17 Mayıs 2015 Pazar

LİMANLAR HEP YALNIZ

                LİMANLAR HEP YALNIZ
    
     Yağmurlu bir günün sabahına uyandım
     hep bir eksik başladım, bir fazlayı umarak
     hapsolduğum bir paradoksun gizemine bulandım
     yoruldum, çok yoruldum
     hep az geldim bir yerlere, fazla sevdim bir yerleri
     ben sanırım fazla kayboldum
     bulunamayacak kadar yok oldum
 
     Yine sevdim geçenlerde, yine kayboluyorum ve yine yağmur yağıyor
     gelmeyeceğini bildiğim halde bekliyorum bir gemiyi
     limanlar her dem soğuk, limanlar hep yalnız
     bir dalganın gemiye hasretiyim ben
     bir dalgayım, limana hapsolmuş
     bir geminin hayalini uyuturum göğsümde
     ben bir hayalperestim sonsuz denizlerde
    
      Yere değmeden ayağım, yolcuyum ben
      bir ayakkabının yola özlemi yankılanır tabanlarımda
      özgürlüğü arayan bir bulutun arayışı tırmanır tavanlarıma
      ben kutsallığında bir sevginin, yasak bir kelimeyim
      ve sen hayalim, en adil yolların tarifisin
      ufukta görünen bir gemisin bugünlerde
      artık, limana uğra;  limanlar hep yalnız, yapayalnız.
                      
                     Tuğçe AKDEMİR 

                            21.04.15

25 Ağustos 2014 Pazartesi

ELVEDA

Gidiyorum
Sen kal diye
Ben, gidiyorum
Ölüm zordu ya
Ölüme eşdeğer bir sessizlikle
Gidiyorum
Sarı saçlı bir defter var masada
Söyle
Son sayfayı tükettim dün
Yalnızlığa eşdeğer bir sessizlikle
Gidiyorum
Balkona çık arada
Kavrulmuş tüm saksılar
Ölüm soğuk derler ya
Sıcakmış
Yanık tüm papatyalar
Sensizliğe eşdeğer bir sessizlikle
Gidiyorum
Geceyi dolduran bir ses var rıhtımda
De ki
Yankılanmıyor artık karşı kıyıda
Issızlığa eşdeğer bir sessizlikle
Gidiyorum
Çamura saplanmış bir top var yolda
Son atılan kahkaha,
Bulutlara dolanmış durumda
Birazdan yağar yağmur
Baksana
Çığlık atıyor gökyüzü
Gülümsemeye eşdeğer bir sessizlikle
Gidiyorum
Hüzünlü bir kahve var fincanda
Anlat
Son şekeri tükettim geçen gün
Bir de
Yarısı yenilmiş hatıralar var dolapta
Söyle
Yumurtalığa koyup unutacağım onları
Çünkü ben,
Gidiyorum
Hem de
Her sabah ağlayan bir soytarıya
Eşdeğer
Bir sessizlikle

Tuğçe Akdemir
(Yağmur Ve Güneşli Mısralar'dan)

Dinlemek isterseniz: soundcloud.com/tugceakdemir/elveda

14 Mayıs 2014 Çarşamba

BİR KÖMÜR AYDINLIK KALIYOR BEYAZ BİR GÖMLEĞİN YANINDA

              BİR KÖMÜR AYDINLIK KALIYOR BEYAZ BİR GÖMLEĞİN YANINDA

     SOMA sadece dört harf mi? Altında kaç tane hane yatıyor oysa ki! Bir kasket ve aydınlattığı onca karanlık, bir kasket ve kararmayı göze almış bir beden, bir kasket ve ekmek götürdüğü sıcak bir yuva, bir kasket ve altından terler akana kadar süren bir çaba... Ne için?
     Hangisi daha onurlu? Çizmelerine sürülmüş karanlığı sedyeye değdirmemeyi düşünecek masumiyet ve el değmemiş yürek mi? Yoksa beyaz gömleğine bir damla karanlık değdirmeyecek kadar uzak duran mı?
     Karanlık her zaman kötü değildir. Bazen gözlerdeki sıcaklık siyahtır, beyazın olamayacağı kadar masum ve gerçektir. bu yüzden daha üstündür kara bir kasket, beyaz bir gömlekten. Daha cömerttir yüreği, daha bir gerçektir.
     Şimdi çağırıyorlar, kardeşin diyorlar bir yığın toprağın altında. Kardeşim diyorum, altında ezildiği sadece toprak mı acaba, ciğerlerine dolan sadece havanın zehri mi? İhmalkarlık denilen bir kelime doğuyor bir köşede ve büyüyor doğduğu gibi, eziyor kardeşimi ve zehir katıyor havanın demlediği ciğerlere. şimdi soruyorum toprak mı ezdi, havanın zehri mi yayıldı vücutlara? Derin bir sessizlik kaplıyor karanlığı... Kimse diyemiyor ne toprak ne hava...
     Birileri isimler okuyor, her kelime tonlarca ağırlıkta. Ya adını duyarsam korkusu çığ gibi büyüyor. Adın duyuluyor semada, o tonlarca ağırlık biniyor yüreğime ve kasket kararıyor bir anda. Bir kasketin altında sadece taşıyan beden yok ki. Bir aile var, bir çocuk var babasını bekleyen, bir eş var hayat arkadaşını gözleyen. Oysa ışığı sönüyor kasketin. Çocuklar daha bir beklemekli oluyor hayatta. Her zaman bekliyorlar. Bir gün kasketin ışığı tekrar yanacak ve karanlık bir kez daha aydınlanacak, diyorlar. Ellerinde alın teriyle ısınmış bir kasketin sıcağı, soğumasın diye düşürmüyorlar ellerinden. Sahi mümkün mü aynı sıcaklığı korumak?
     Ne derseniz diyin, ne yaparsanız yapın; o kasket soğuduğunda kim ısıtacak bu çocukların yüreğini? İhmalkarlık sahipleri midelerini daha bir doldurabilecek mi para çuvallarıyla? Bu çocukların soğuk hayalleri dondurmayacak mı bedenlerini?
     Günler daha bir karanlık, daha bir soğuk artık! Beyaz gömlekleriniz yüreğinizde donmuş kanın siyahıyla bulandı artık. Bir kömür aydınlık kalıyor beyaz bir gömleğin yanında!

Tuğçe AKDEMİR
14.05.2014

24 Mart 2014 Pazartesi

BİR BÖCEK

 BİR BÖCEK

Bir böceğin bacaklarındadır hayat.
Bazen bir çiçeğe konarsınız,
Bazen ardında ne olduğunu bilmediğiniz pencerelere.
Bir bal kavanozunda boğulmak da vardır,
Hızlı giden bir arabanın camında pestil olmak da.
Hayat ne getireceği belli olmayan bir yoldur.
Uçtuğunuz sürece özgürsünüz.
Uçtuğunuz sürece yaşarsınız.
Uçurun tüm düşünceleri,
Delilik size kalsın
Bir de bacakları bir böceğin.

 Tuğçe AKDEMİR
"İkinci kitaptan ufak bir kesit"

11 Mart 2014 Salı

BEN BERKİN; BİR AKVARYUMA HAPSEDİLMİŞ BERKİN!


   
                             BEN BERKİN; BİR AKVARYUMA HAPSEDİLMİŞ BERKİN!

     Ekmek ne kadar keskin bir silah ve 14 yaş ne kadar tehlikeli bir yaş? Bu kadar mı korku salıyordu küçücük bir bedenin ekmek alması? Boğazınızdan geçen her lokmada aklınıza gelmiyor mu; o ekmek ve o çocuk?
     Ekmek almak evdeki küçük kahramanların görevi değil midir? Ya ekmek alırken vurdurmak bir çocuğu, bu hangi kahramanın (!) görevidir?
     Ben Berkin, 14 yaşımda vuruldum. Komadayken 1 yaş büyüdüm. Adım 15, bedenim 14. Komadaki bir çocuk üfleyemez ki mumları! Hem söndürmeye gerek yok mumları, azıcık da olsa aydınlık kalsın etrafım. Bu ülkeye aydınlık gerek! Bir çocuğun öldürüldüğü bir toprak doğan güneşle aydınlanabilir mi ki? Kurumuş kanın karanlığı vardır o toprakta.
     Ben Berkin, dünya artık 16 kilo! Ben kadar, eriyip kaybolan vicdanlar kadar, rüzgarla savrulan masumiyet, en derin kuyuda boğulan özgürlük ve yazamadan kırılmış kalemler kadar... Dünya artık 16 kilo!
Zaman dondu artık. Ben Berkin, 15 yaşında 16 kilo! Bir akvaryuma hapsettiler ve dondurdular bedenimi.
    
    Ben Berkin, bir karadeliğe atılıp zamanın dışına çıkarılmış Berkin! Ölü bir beden yaşayan bir ruhum. Yaşayan bedeninizdeki ruhunuzu öldürmeyin! Düşüncelerinizi, özgürlüklerinizi, vicdanınızı hapsetmeyin hapsettirmeyin bir akvaryuma! Deniz olsun düşünceler, okyanus olsun özgürlükler ve yıkasın kurumuş kan karanlığındaki toprağı. Belki o zaman güneş aydınlatır toprağı ve insanlığın pusulayı kaybettiği yolu!
                                                 
                                                     Tuğçe AKDEMİR

5 Mart 2014 Çarşamba

YAPRAĞIN DOĞUŞU

               YAPRAĞIN DOĞUŞU

    Akrep ve yelkovan baş aşağı bekliyorlardı ve güneş yavaş yavaş görünmeye başladı. Hayat bir yoyo misali inişli çıkışlı döngüsünde güne yukarıdan başlamaya karar verdi. Birden aşağı düşecekti, günün ilerleyen saatlerinde.
     Bir yaprak sıkıca tutunduğu bir dalda güneşle göz göze geldi. Gerçekten doğmuş muydu güneş, yoksa hayalini mi kuruyordu aydınlığın? Yaprak cevaplayamaz olmuştu bu soruyu. Ne zamandır hayalini kurardı sıcak bir ışığın, dokunamasa bile uzaktan görmek isterdi ışığı. Ve şu anda inanamıyordu gördüğüne. Aslında yaprağınki masumane bir istekti, sadece ölmesin istiyordu ağaç. Kendi kavrulsa bile ağaç ölmemeliydi. Düşündü yaprak, ne kadar seviyordu ağacı! Oysa ağaç farkına varamayacak kadar büyük ve bir o kadar bencildi. Öyle düşünüyordu yaprak.
     Ağaç sadece bir kere görebilmişti yaprağı. Ama yaprak her gün izliyordu ağacı. Ağacın o kadar çok yaprağı vardı ki farkına varamamıştı yüreği sevgi dolu olanın.
     Güneş biraz daha yükseldi, artık aydınlıktı etraf. Yaprak bir hayalde olmadığını fark etti. Gerçekten aydınlığın sıcak nefesini tadabiliyordu. Ağaca baktı, diğer yaprakların arasından. Gülümsedi. Ne güzel bir gülüşü vardı yaprağın! Ancak ağaç bunu göremeyecek kadar kapatmıştı gözlerinin kepenklerini. Yine de mutluydu yaprak.
     Bir rüzgar doğuverdi en derin buluttan. Koparıverdi birçok yaprağı dalından. Bizim yaprak tüm gücüyle direniyordu fırtınaya. Gücünün tükenmek üzere olduğu dakikalarda etrafına şöyle bir baktı. Kurulu bir düzenin farkına vardı. Çeşit çeşit yaprak vardı ve hepsi bir daldaydı. Çeşit çeşit dal vardı ancak hepsi tek bir ağaca bağlıydı. Birçok ağaç vardı fakat aynı toprakta can bulmuşlardı. Topraklar aynı zemine dökülmüştü. Ve her zemin tek bir dünya üzerine kurulmuştu. Dünya gibi birçok gezegen vardı. Ve evren hepsini karanlığında hapsetmişti. Yaprak ölüme bu kadar yaklaştığında fark edebilmişti, mutlak karanlığı. Ve güneşin bir hayal olduğuna inandırdı kendini. Güneş bu karanlıkta bulunamayacak kadar temiz ve masum gelmişti gözüne.
     Rüzgar dindi. Yaprak gözlerini yere çevirdi. Yapraklar yatıyordu kara, toprak zeminde. Ve ağaç hiçbir şey olmamışçasına dimdik duruyordu, eğilmemişti boynu. Tüm olan ölen yapraklara olmuştu. Ölüm ancak ölenle ölümdü. Yaşayan ne anlardı ölümün soğuk sesinden. Ona göre ölüm kara bir toprakta güneşlenmekti gün boyu. Ne bilirdi kavrulmanın acısını, ne bilirdi yok olmanın sancısını!
     Yaprak düşündü, hayat ne tuhaftı? Bir an var oluyordun, bir an yok oluyordun. Bir an gülüyordun, kum saatinden bir kum tanesinin döküldüğü bir sonraki an gülecek gücü bulamıyordun. Bir an yaşıyordun ve bir an bakıyordun aslında sadece bir ölü olduğunu anlıyordun. Hayat ne garipti değil mi?
     Düşünceleri beyninden kazımak istedi yaprak. Ne yani ağaç onu fark etmedi diye ağaçtan vaz mı geçecekti? Ağaç bencil ve ölüme kayıtsız diye ağacı terk mi edecekti? Beyninin koridorlarında tekrar volta atmaya başladı düşünceler. Fikirlerin her adımı sarsıyordu yaprağı. Bu sarsıntılar geçtiğinde ağacın muhtaç olduğunu fark etti, büyüklü küçüklü her yaprağa. Yaprak olmazsa ağaç nasıl nefes alırdı?
     Ağaç yönetimi elinde tutuyordu, yapraklar onun buyruğu altındaydı. Ancak bilmiyordu ya da bildiğini belli etmiyordu ağaç, en küçük bir yaprağa dahi muhtaç olduğunu. Çünkü yapraklar olmadan ağaç ölüme mahkumdu.
     Ya yapraklar topluca intihar etseydi, Ne yapardı ağaç?
     Yüreğinde evreni dahi aydınlatabilecek masumiyeti taşıyan yaprak, saklayıverdi tüm bildiklerini. Beyninin karanlık, soğuk ve sessiz bir odasında gömüverdi kuytu bir duvarın dibine düşünceleri. Düşünmedi, hatırlamadı ve fark etti ki artık hissedemiyordu da.
     Gömülen bir fikrin ekilen bir tohum olduğunu bilmiyordu. Tohum çimlendiğinde yüreğine bir hançer saplandığını hissetti. Bir tarafta düşünceleri, gerçekleri ve isyanı vardı ağaca; diğer tarafta ölümüne seviyordu ağacı. Beyni ve kalbi arasında kısır döngüye girdi yaprak.
     Güneş artık zirvedeydi, lakin bulutlar sarmıştı etrafını. Yüreği kıyıya vuran yaprağı bu sefer düşüncelerinin boğması gibiydi.
     Derin bir nefes aldı yaprak. Hangi yolu seçeceğine karar vermeliydi. Beynini seçse ağacın ölümüne yol açardı. Kalbini seçse kendi ölümüne giden yolda adım atmaya başlardı. Seçimler bazen imkansız bir hal alabiliyordu. Seçmedi yaprak, seçemedi. Karanlıktaki bu yol ayrımında hiçbir yola sapmadı. Böylece tüm olasılıklar mümkün hale geldi.
     Gökyüzünden düşen bir damla yağmur yaprağa değdi ve başından ayaklarına kadar süzülüverdi. Yağmurun serinliğinde buldu meleklerin kanatlarını ve aynı serinlik hatırlatıverdi bir hakikati. Kalbi boşaltılan bir canlı nefes alamazdı ki! Döndü ve ağaca baktı. Yol onu kendi ölümüne sürüklese bile kalbinin sonsuza dek bu ağacın gölgesinde atabileceğini düşündü. Her rüzgarda daha sıkı tutundu dala, her karanlık çöktüğünde kalbindeki ışığı sundu ağaca, doğan her güneşe şükretti.
     Ve bir gün kış geliverdi, sevginin yuva kurduğu dala. Beyaz her zaman umut taşımıyordu maalesef, ölüm de beyazdı bazen. Ya kefen, o da beyazdı.
     Önce bir kar tanesi konuverdi dala, hemen eriyiverdi. Ardından birkaç kar tanesi daha geliverdi. Saniyeler birbirini kovaladıkça ve dakikalar saniyelerden kaçmaya başladıkça dal beyazlaşmaya başladı. Yaprak titriyordu. Yine de nefesinin sıcağını ağaca üflüyordu. O, üşümesin diye.
     Aniden ayakları kayıverdi yaprağın. Ait olduğu daldan kopuverdi. Havada yavaşça süzülüyor. Gökyüzünden düşen her kar tanesinden bir darbe yiyordu. Hafif bir esinti yaprağa yön verdi. Ve yaprak ağacın dibine düşüverdi.
     Son kez baktı yaprak. Ağacın dallarını ve onu kaplayan bembeyaz gökyüzünü gördü. Evren karanlıktı ve güneş bir hayal, oysa ölüm bembeyaz. Yaprak gözlerini kapadı, aynı beyaz kefenin altında ağacın yanıbaşında. Toprağa karıştı yaprak ve ağaç can buldu toprakta.

                                                                                                                       
  TUĞÇE AKDEMİR

1 Aralık 2013 Pazar

VE BEN

 
Soğuk saatleri vardı o gecenin
Ve ben,
Ben üşüyordum o dakikalarda
Bir titremedir ki
Alıyordu bedenimi
Ve ben,
Ben titriyordum yokluğunda
Soğuyordu hissiyatı ruhumun
Donuyordu ruhum
Ve ben,
Ben yok oluyordum adeta
Yokluğumda kayboluyordum
Ruhumun koridorlarında yankılanıyordu sesim
Her geri dönüşünde
Biraz daha yalnızlaşıyordu kelimeler
Gerçi nasıl unuturum
Sözcükler yetim kalmıştı yokluğunda
Doğru ya,
Cümlelerin ne anlamı vardı
Bir başınaydı tüm kelimeler
Ve ben,
Ben kelimelerin yalnızlığında kaybettim hayalleri

Tuğçe AKDEMİR
   İstanbul- 29.11.13